Şiirlerim

Zeugma’nın Gölgesinde Ölçüler ve Öyküler -4 / vahide uğur


 

Sanat,insana varoluş bilinci ve ilhamı yükleyip ona kendi potansiyelini keşfettiren bir organizmadır.Daha yaşanabilir bir dünya için sanata desteğimiz hep devam etmelidir...v.uğur 

PAZARTESİ YAZILARI

4-YOL UZASA

Edebiyat fakültesinde okurken üzerinde en çok durduğum yüzyıl, kuşkusuz on dokuzuncu yüzyıl olmuştu.İlk aldığım kitaplardan birisi olan 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni yirmi yıl aradan sonra tekrar elime alıp saatlerce okudum,inceledim, kokladım; kitabın boşluklarına yazdığım sözlere, karaladığım desenlere yeniden baktım. Ağır diline katlanmaya değer bir yazar olarak gördüğüm A.H.Tanpınar’ın, magazini ihmal etmeyen öznel yargılarla dolu cümle iskeletlerine gülüp geçtim:  ‘’…fakat Şinasi’nin İstanbul’a gelir gelmez karısını boşadığını biliyoruz.’’(s.178) dediği ve Muallim Naci’nin alkole düşkünlüğünü anlattığı yerdeydim. Edebiyat yaparak tarih anlatan Tanpınar’ın bu eserinin sayfaları arasında, kurumaktan arı kanadına benzemiş o sarı çiçekleri hiç incitmeden, kitabı kapatıp diğerlerinin yanına bıraktım. Kitabı bıraktığım raf, sonradan peşine takıldığımız Batı uygarlığına yetişmek için birinden öbürüne kısa ömürlü sıçrayışlar yaptığımız edebi akımlarla ilgili eserlerin olduğu sıradaydı. Osmanlının değişim sancılarının bir türlü geçmeme sebebini, düzenli alınması gereken akım ilaçlarının yarım bırakılmasına bağlayıp aynı rafa koymuş olabilir miydim? Acaba bu on dokuzuncu asırda düzensiz alınan akımlar konusuna üzülmeyi bırakıp zamanı geriye alsak ve Batı eczanesinden ilaç olarak yeniden akım almaya gitsek,devletin hangi hastalığını hangi akım iyileştirirdi? Her biri başka hastalığa iyi gelen bu akımların tedavi türü ve amacı ne olurdu peki? Klasisizm depresyona iyi gelirdi bence.Romantizm sakinleştirir.Parnasizm şiirde kaşıntı ve döküntüleri tedavi eder,Sembolizm ise iştah şurubu olurdu,kesin!  

On dokuzuncu yüzyılın roman konularını incelerken,kadının dünyasını pek de tanımayan erkek yazarların yarattığı kadın karakterler üzerine yazmaya başladım. İlk olarak  A.Mithat Efendi’nin Felsefe-i Zenan(1870) adlı eserindeyim. Tanzimat dönemi tezli romanın en önemli temsilcilerinden olan yazarımızın bu eseri, bize o dönem kadın karakterleri genel olarak özetliyor.Söz konusu bu romanda, Akile ve Zekiye adlı iki kadın karakterin karşıt yaşamları anlatılmış. Akile, feminist düşüncelere sahip güçlü; Zekiye ise zayıf karakterli güçsüz bir kadındır.Hatta kendisini cariyeyle aldatan kocası yüzünden romanın sonunda Zekiye’nin vereme yakalanarak bedenen de güçsüz düştüğünü görürüz.

Samipaşazade Sezai’nin  Sergüzeşt(1889) adlı eserini edebiyat fakültesindeyken okumuştum.Bu romanda Kafkas esir bir kadın olan Dilber’in intiharına sebep olan ‘’toplumsal sınıf anlayışı’’ toplumsal cinsiyet algısının yan ürünü olarak karşımıza çıkar.Değinmeden geçemeyeceğim bir eser de Namık Kemal’e ait dönemin tezli romanlarından olan İntibah(1876) adlı eser. Namık Kemal, Dilaşub ve Mahpeyker üzerinden yarattığı özgün kadın karakterleri detaylı bir şekilde anlatarak ortaya yeni tipler çıkarır bu romanda.

Osmanlının en uzun yüzyılı olarak gördüğüm bu yüzyılın en büyük başarısı, kuşkusuz 1862’den sonra kız öğrencilerin ortaöğretim görmelerini başlatan Tanzimat dönemidir. Kadın edebiyatçılarımıza ait eserler ve tahlil kitapları da aralarındaki notları ve kurumuş otlarıyla halen aynı raftaydı. Gelenekte, en iyi olasılıkla, mahalle mektebine  gönderilen kız çocuklarının ortaöğretimden geçmesi düşüncesi, dini değerleri ön planda tutan ataerkil toplumda nasıl karşılanmıştı diye düşünürken; bu kararın verildiği yıllardaki okullar,dersler  ve müfredatla ilgili yazılarımın arasındaydım.Edebiyatın toplum üzerindeki etkisinin tüm ayrıntılarıyla en güzel örneklerini gördüğümüz Tanzimat’tan, cumhuriyetin ilanına kadar Türk romanlarında işlenen konulara uzun yıllardır bakıyordum: eğitim hakkı, peçesiz-çarşafsız giyinebilme hakkı, sokağa çıkabilme hakkı, çok evliliğin reddi, boşanma hakkı, eş seçebilme hakkı, çalışma hakkı derken merak ettiğim konular, pencereye vuran yağmur ve masadaki mumların tarçın kokusu çoğalıyordu.

Odanın kapısı yavaş yavaş açıldı,içeriye sırayla üç kadın girdi.

İlki, çehresinde müthiş bir elemden ziyade yorgunluk ve bıkkınlık taşıyan Handan’dı,elinde mektuplar vardı ve hiç konuşmuyordu.

İkincisi, rüzgarlı ve yağmurlu gecelerde ateşe yakın oturup kitap okumayı seven Madam Bovary ‘den başkası değildi.

Üçüncüsü; ‘’Bazı genç hanımların aşk kisvesi altında hürriyetlerine kavuşabilmeleri için bir yüzükle prangalanmak zorunda hissetmeleri ne talihsizlik. ‘’ diye ölçülü cesaretiyle kendini belli eden Feride’ydi.

‘’Evet, birçok şeyden mahrum kaldım;hep yapayalnızdım.Ah ,hayatta bir gayem olsaydı,bir sevgiye rast gelseydim,birini bulsaydım…Ama asıl acınacak şey, lüzumsuz bir ömrü peşinden sürüklemekti.’’dedi Madam Bovary…

Açık kapıdan arka arkaya üç kişi daha süzüldü.

‘’Biz zavallı insanlar,kalplerimizin elinde birer oyuncaktan başka bir şey değiliz.’’diyen Halide Edip,Handan’ı da alıp ağır ağır gitti.

Madam’a,başıyla gidiyoruz işareti yapan G.Flaubert, ‘’Ruhun var diye sen kendini özgür mü sandın.’’dedi.

İki mutsuz kadına, odadan çıkmadan önce bir şeyler söylemek için ayağa kalkıp öne esnemiştim ki R.Nuri ile göz göze geldim. Feride,o ölçülü cesaretiyle R.Nuri’ye aldırmadan çıkıp gitti.

Yağmur dinmiş,radyo kısılmış,mumlar yorulmuştu.Gitmek için ağırbaşlılığıyla kapıya yönelen R.Nuri tekrar durdu bir bana bir masadaki kağıtlara baktı: ‘’Hangi yaşta ölürsek ölelim,tamamlanmamış cümlelerimiz olacak…’’dedi odadan çıkmadan.Dönüp ben de masadaki kağıtlara ve yorgun yanan mumlara baktım.

Radyonun ara ara boğulan hışırtısında, muhayyerkürdi bir şarkı söylüyordu yıkanmış sesiyle Z .Müren:

Yaşamak zevki verir ruhuma sonsuz kederim…

Zeugma'nın Gölgesinde Ölçüler ve Öyküler / vahide uğur 

 

 

0 Yorum


Yorum Bırak

Eposta adresiniz yayınlanmayacaktır. Lütfen zorunlu alanları doldurunuz. *

*